"Gerçekler ne kadar dillendirilebilir. Ya da bir gerçek keşfedilmeden dilden dökülse ne kadar anlamlı olabilir."
Nevval, Janin ve Simon...
10 yıllık bir sessizlik orucu...
Bir annenin ölümü...
Ardında bıraktığı enteresan vasiyet...
Ellerinde bir ceket, bir kırmızı defter ve iki "mutlaka ulaştırılması gereken" zarf ile ikizkardeşler...
Montreal'de başlayıp Orta Doğu topraklarına uzanan, bugünle geçmiş arasında zincirler halinde sürüklenip giden bir hikaye...
Verilen sözlerin tutulanları ve tutulmayanları...
İsminin mezar taşına kazınmasını hak etmek ya da hak etmediğini düşünmek...
Sessizliği dinlemenin mümkünâtı...?
Hem ardından onlarca cümle söyletecek , hem de tek bir kelimenin bile sarf edilmesini anlamsız kılabilecek bir oyun... "Yanık"
Devlet tiyatrolarının son dönem İstanbul'da sergilediği en çarpıcı oyun. Bir defa izlemekle yetinmemek gerektiğine inandıran bir oyun.
Savaş gibi bir çirkinliğin nelere gebe olabileceğinin, kadın olmanın, aşık olmanın, evlat olmanın, anne olmanın ne büyük yükler taşımak gerektiğine denk olduğunun , okuyamamanın ya da okuyabiliyor olmanın nelere mâl olacağının ya da neler kazandıracağının tekrar tekrar hatırlatılması gerektiği için, normalde hiç unutmadığımız ama bizim hayat hikayemize değmediği için hatırlamak zorunda hissetmediğimiz gerçeklerin aslında bir kalemle üstünün çizilemeyeceğinin, bir göz yumulmasıyla görmezden gelinemeyeceğinin idraki için en azından bir kez daha izlenmeyi hak eden bir oyun.
Benim için 2011 yılına damgasını vuran, 2012 yılında da perdeyi tekrar aynı vuruculukla açmam gerektiği fikrini bana işleyen oyun.
Matematikle hiç alakam olmasa da en azından basit dört işlemi yapabildiğimi düşündüğüm halde 1+1'in 2 edip etmediğini bana sorgulatan oyun.
Gerçekten;
1+1=2' midir her zaman?
Gidin ve bunun cevabın kendiniz öğrenin...
NOT: Oyunculukları, dekoru, kostümleri, ışığı, müziği ve kurgusuyla tüyleri diken diken edip göz yaşartan hatta yer yer ağlatan bu vurucu oyun 2 perde ve ara ile birlikte 3 saat sürmektedir. İzleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler...
25 Aralık 2011 Pazar
15 Kasım 2011 Salı
Yapılacaklar Listesi...
"Odaya çeki düzen verilecek, kullanılmayan giysiler ayıklanacak, kitaplar yeniden yerleştirilecek, yemek tarifleri dosyalanıp düzenlenecek, birikmiş işlere göz atılacak, ofisteki masa adam edilecek, faturalar yatırılacak, ütü yapılacak... ... ..."
Yapılacak... Edilecek...
Ne kadar uzun ve basit bir listesi oluyor aslında insanın. Günlük işlerini sıraladıkça liste madde madde çoğalıyor. Ama bazen işler rutininden sapabiliyor. Duyulan bir şey, alınan bir haber, yaşanan bir olay bütün hayatı yörüngesinden çıkardığı gibi "yapılacaklar listesi"ni de tepetaklak edebiliyor.
Listedeki bütün öncelikler değişiyor. Dengeler farklı bir şekil alıyor. Tek tek sıralayıp arada bir de güncellediğiniz şeylerin hepsi sadece birer harf kalabalığına dönüşüyor.
"Yapılacaklar listesi"ne daha farklı, daha anlamlı ve gerçekten listelemeye değer şeyler eklemek istiyor insan.
"Yarım bıraktıklarını tamamla, uzun zamandır aramadığın dostlarını ara, kitaplarınla ve kaleminle barış, yeni lezzetler dene, yaşadığın şehri keşfet, çikolata yemeyi unutma ki günlük mutluluk seviyeni düşürme, başarabiliyorsan tatile çık, fotoğraf makinenin üstündeki örümcek ağlarını temizle..."
Yapmaktan, yemekten, okumaktan, görmekten, duymaktan hoşlandığın ne varsa ve bu sayılanlardan başka daha bir çok eylemi içine alan kelimelerden hangilerini hayata geçirmek zevk veriyorsa onu yap.
Çünkü insan fark ediyor ki, hayat tek nefeslik bir süreç. Bir "püff"lemeyle kesilecek herşey.
Sonuç olarak bir "yapılacaklar listesi" oluşturmak iyidir ve kolaydır her zaman. Geçmişin özetini görmek, geleceği şekillendirmek, hayat bohçasına bir çeki düzen vermek adına güzel bir yöntem oluyor. Asıl maharet o listeye eklediklerimizin ne kadarı bize düzen intizamdan ziyade mutluluk, yaşama sevinci, huzur vb. güzellikleri getirecek, bunu tespit etmek.
Evet o zaman şu listeyi bir gözden geçirip temize çekme vakti geldi sanırım.
(Yeniden) Yapılacaklar Listesi
"Tatile çıkılacak, İstanbul'un tadı çıkarılacak, fotoğraf makinesi, kitaplar, tiyatro, sinema ve yazılara gereken öncelik tanınacak, sağlığa dikkat edilecek, güzel bir iş bulunup, mutsuz bir ortamda çalışmaya son verilecek, dostlara çooooooooooooooooooooooooooooooookça boooooooooooooooollca vakit ayrılacak, cesaretinin yettiği kadar hayvanlara sevgi ve ilgi gösterilecek, aşık olunacak :) ve en önemlisi hayatın her anının kıymeti bilinecek..."
NOT: Bu yazım hayatımda farklı renk ve tınılarıyla yer etmiş olan tüm kıymetli insanlara ithaftır.
Yapılacak... Edilecek...
Ne kadar uzun ve basit bir listesi oluyor aslında insanın. Günlük işlerini sıraladıkça liste madde madde çoğalıyor. Ama bazen işler rutininden sapabiliyor. Duyulan bir şey, alınan bir haber, yaşanan bir olay bütün hayatı yörüngesinden çıkardığı gibi "yapılacaklar listesi"ni de tepetaklak edebiliyor.
Listedeki bütün öncelikler değişiyor. Dengeler farklı bir şekil alıyor. Tek tek sıralayıp arada bir de güncellediğiniz şeylerin hepsi sadece birer harf kalabalığına dönüşüyor.
"Yapılacaklar listesi"ne daha farklı, daha anlamlı ve gerçekten listelemeye değer şeyler eklemek istiyor insan.
"Yarım bıraktıklarını tamamla, uzun zamandır aramadığın dostlarını ara, kitaplarınla ve kaleminle barış, yeni lezzetler dene, yaşadığın şehri keşfet, çikolata yemeyi unutma ki günlük mutluluk seviyeni düşürme, başarabiliyorsan tatile çık, fotoğraf makinenin üstündeki örümcek ağlarını temizle..."
Yapmaktan, yemekten, okumaktan, görmekten, duymaktan hoşlandığın ne varsa ve bu sayılanlardan başka daha bir çok eylemi içine alan kelimelerden hangilerini hayata geçirmek zevk veriyorsa onu yap.
Çünkü insan fark ediyor ki, hayat tek nefeslik bir süreç. Bir "püff"lemeyle kesilecek herşey.
Sonuç olarak bir "yapılacaklar listesi" oluşturmak iyidir ve kolaydır her zaman. Geçmişin özetini görmek, geleceği şekillendirmek, hayat bohçasına bir çeki düzen vermek adına güzel bir yöntem oluyor. Asıl maharet o listeye eklediklerimizin ne kadarı bize düzen intizamdan ziyade mutluluk, yaşama sevinci, huzur vb. güzellikleri getirecek, bunu tespit etmek.
Evet o zaman şu listeyi bir gözden geçirip temize çekme vakti geldi sanırım.
(Yeniden) Yapılacaklar Listesi
"Tatile çıkılacak, İstanbul'un tadı çıkarılacak, fotoğraf makinesi, kitaplar, tiyatro, sinema ve yazılara gereken öncelik tanınacak, sağlığa dikkat edilecek, güzel bir iş bulunup, mutsuz bir ortamda çalışmaya son verilecek, dostlara çooooooooooooooooooooooooooooooookça boooooooooooooooollca vakit ayrılacak, cesaretinin yettiği kadar hayvanlara sevgi ve ilgi gösterilecek, aşık olunacak :) ve en önemlisi hayatın her anının kıymeti bilinecek..."
NOT: Bu yazım hayatımda farklı renk ve tınılarıyla yer etmiş olan tüm kıymetli insanlara ithaftır.
12 Temmuz 2011 Salı
Hastane Önünde beklemek...
Hiç bir zaman keyifli bir eylem olmadı benim için. Bugün de olmayacağı kesin ama el mahkum bekliyorum. En azından hava güneşli ve bu şanslı durumdan ötürü bahçedeyim. Yani hastanelere has o kokuların uçuştuğu koridorlarda beklemekten iyidir. Sonuçta az da olsa temiz hava gider ciğerlere. Tabi burnumun dibinde içilen sigaranın izin verdiği kadar temiz...
En az 15 yılı var hastane nefretimin ama gel gör ki deftercim olmuyor işte. İnsanın sevmediği ot burnunun dibinde biter misali ben kaçtıkça yolum bir şekilde hastanelere düşüyor.
Çapa'nın bahçesindeyim şuan doktorum henüz gelmediği için bekleme moduna aldım kendimi. Bakalım neler anlatacak bana. Sağlık durumum, ameliyat sonrası iyileşme sürecim nasıl işlemiş. Gerçi kendisi diğer kontrollerde gayet olumlu gelişmeler olduğunu, kendimi ameliyat sonrası çabuk toparladığımı söylemişti ama son günlerde yaşadığım sıkıntılı durum açıkçası endişemi arttırmıyor değil. Ya da hastane atmosferi beni evhamlı Odi psikolojisine soktu..
Çapa'nıın bahçesindeyim dedim ya, insanlar geçiyor sürekli önümden, bir yerlerinden sarkan hortumlarıyla, yanlarında kollarına girmiş bi yandan serum şişelerini taşıyan refakatçileriyle farklı farklı pijamalar renk renk gecelikler giymiş bir çok insan.. Bir çok hasta.. Şifalar diliyorum hepsi için Mevla'mdan.
Belli ki güzel havadan bir nebze de olsa nasiplenmek istemiş onlar da.. O kadar farklı renk içinde tek bir ortak renkleri var. Yüzlerindeki soluk tenin rengi...
Annemi hatırlatan o renk...
Sevmiyorum hastaneleri, çünkü orada ne ölüsün, ne diri...
Şu parlak yaz gününde bile insanın içine kasvet çökertiyor bu yer. Doktor'cum gelse de işimi halledip çıksam Çapa'nın tramway yoluna..
Yürüsem...
Yürüsem...
Yürüsem...
...
Şuan da arabadayım deftercim. Vatan caddesinin orta yerinde, akşam trafiğinin tam içinde. Şikayetçi miyim? Hiç sanmam. İstanbul'un trafiği bile keyifli gelebiliyor bazı hallerde. Tabi yetişmeye çalıştığı bir yer yoksa.
Doktordan çıktım. Bana çok olumlu ve güzel şeyler söyledi. Onun verdiği moralle ve hastaneden bir an evvel kendimi soyutlama amacıyla saniyede neredeyse 10 adım atacak bir hızla çıktım hastaneden. Kendimi sokağa atar atmaz önce derinnnn bir hava çektim içime. Sonra Aksaray'a kadar yürüdüm. Öyle aradan dereden değil hem de, uzatabildiğimce uzatarak yürüdüm. Fındıkzade'nin geniş kaldırımlarında sakin sakin avare avare yürüdüm. Sonra bindim bi arabaya düştüm trafiğin göbeğine. Dedim ya hiç şikayetçi değilim. Çünkü nasılsa yetişeceğim bir yer yok. Seyre durayım bu güzel şehrin keşmekeşini biraz. Böylece hastanenin genzimde bıraktığı kokuyla, yüreğimde tırtıkladığı eski yara izimin sızısı da biraz azalır...
NOT: Bu yazı 30 Haziran Perşembe günü yazılış olup tembellikten bugün eklenmiştir.. :))
En az 15 yılı var hastane nefretimin ama gel gör ki deftercim olmuyor işte. İnsanın sevmediği ot burnunun dibinde biter misali ben kaçtıkça yolum bir şekilde hastanelere düşüyor.
Çapa'nın bahçesindeyim şuan doktorum henüz gelmediği için bekleme moduna aldım kendimi. Bakalım neler anlatacak bana. Sağlık durumum, ameliyat sonrası iyileşme sürecim nasıl işlemiş. Gerçi kendisi diğer kontrollerde gayet olumlu gelişmeler olduğunu, kendimi ameliyat sonrası çabuk toparladığımı söylemişti ama son günlerde yaşadığım sıkıntılı durum açıkçası endişemi arttırmıyor değil. Ya da hastane atmosferi beni evhamlı Odi psikolojisine soktu..
Çapa'nıın bahçesindeyim dedim ya, insanlar geçiyor sürekli önümden, bir yerlerinden sarkan hortumlarıyla, yanlarında kollarına girmiş bi yandan serum şişelerini taşıyan refakatçileriyle farklı farklı pijamalar renk renk gecelikler giymiş bir çok insan.. Bir çok hasta.. Şifalar diliyorum hepsi için Mevla'mdan.
Belli ki güzel havadan bir nebze de olsa nasiplenmek istemiş onlar da.. O kadar farklı renk içinde tek bir ortak renkleri var. Yüzlerindeki soluk tenin rengi...
Annemi hatırlatan o renk...
Sevmiyorum hastaneleri, çünkü orada ne ölüsün, ne diri...
Şu parlak yaz gününde bile insanın içine kasvet çökertiyor bu yer. Doktor'cum gelse de işimi halledip çıksam Çapa'nın tramway yoluna..
Yürüsem...
Yürüsem...
Yürüsem...
...
Şuan da arabadayım deftercim. Vatan caddesinin orta yerinde, akşam trafiğinin tam içinde. Şikayetçi miyim? Hiç sanmam. İstanbul'un trafiği bile keyifli gelebiliyor bazı hallerde. Tabi yetişmeye çalıştığı bir yer yoksa.
Doktordan çıktım. Bana çok olumlu ve güzel şeyler söyledi. Onun verdiği moralle ve hastaneden bir an evvel kendimi soyutlama amacıyla saniyede neredeyse 10 adım atacak bir hızla çıktım hastaneden. Kendimi sokağa atar atmaz önce derinnnn bir hava çektim içime. Sonra Aksaray'a kadar yürüdüm. Öyle aradan dereden değil hem de, uzatabildiğimce uzatarak yürüdüm. Fındıkzade'nin geniş kaldırımlarında sakin sakin avare avare yürüdüm. Sonra bindim bi arabaya düştüm trafiğin göbeğine. Dedim ya hiç şikayetçi değilim. Çünkü nasılsa yetişeceğim bir yer yok. Seyre durayım bu güzel şehrin keşmekeşini biraz. Böylece hastanenin genzimde bıraktığı kokuyla, yüreğimde tırtıkladığı eski yara izimin sızısı da biraz azalır...
NOT: Bu yazı 30 Haziran Perşembe günü yazılış olup tembellikten bugün eklenmiştir.. :))
Etiketler:
aksaray,
ameliyat,
çapa,
doktor,
fındıkzade,
hasta,
hastane,
sağlık,
vatan caddesi,
yürüyüş
8 Temmuz 2011 Cuma
An'lar...
Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer, oturup saymazdım eski yanlışlarımı. Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi. Ve elbette, çok daha coşku dolu olurdu sevdalarım, içine az buçuk da ciddiyet katılmış.
Bu denli titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer. Korkmazdım daha çok riske girmekten. Daha çok yolculuğa çıkar, gün doğumlarını kaçırmazdım asla; hele dağlara tırmanmanın keyfini...
Hiç bilmediğim yerlere giderdim gidebildiğimce. Doyasıya dondurma yer boşverirdim kuru fasulyenin nimetlerine. Öyle bir şansım olsaydı eğer, dertlerim de yaşamın gerçeğini taşırdı, yalnızca düşlerin değil.
İşte hani onlardan, her dakikasını verimli geçirenlerden biriydim. Aynı an'lara geri dönebilseydim eğer, yalnıca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim yeniden.
Öğrenemediyseniz hâlâ, öğrenin artık; Yaşam an'lardan oluşur. Sadece an'lardan... Şimdiyi yakalayın.
Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütü olmadan yerinden kıpırdamayanlardan biriydim. Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara. İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum pabuçlarla yürümeyi. Hiç bilinmeyen yollara dalardım, tadını çıkarırdım gün ışığının, çocuklarla daha çok oynardım, sil baştan edebilseydi eğer...
Ama heyhat, seksenbeşimdeyim artık
Ve biliyorum ki,..
Ölmekteyim...
Jorge Luis BORGES
1899-1986 Arjantin
Bu denli titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer. Korkmazdım daha çok riske girmekten. Daha çok yolculuğa çıkar, gün doğumlarını kaçırmazdım asla; hele dağlara tırmanmanın keyfini...
Hiç bilmediğim yerlere giderdim gidebildiğimce. Doyasıya dondurma yer boşverirdim kuru fasulyenin nimetlerine. Öyle bir şansım olsaydı eğer, dertlerim de yaşamın gerçeğini taşırdı, yalnızca düşlerin değil.
İşte hani onlardan, her dakikasını verimli geçirenlerden biriydim. Aynı an'lara geri dönebilseydim eğer, yalnıca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim yeniden.
Öğrenemediyseniz hâlâ, öğrenin artık; Yaşam an'lardan oluşur. Sadece an'lardan... Şimdiyi yakalayın.
Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütü olmadan yerinden kıpırdamayanlardan biriydim. Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara. İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum pabuçlarla yürümeyi. Hiç bilinmeyen yollara dalardım, tadını çıkarırdım gün ışığının, çocuklarla daha çok oynardım, sil baştan edebilseydi eğer...
Ama heyhat, seksenbeşimdeyim artık
Ve biliyorum ki,..
Ölmekteyim...
Jorge Luis BORGES
1899-1986 Arjantin
28 Haziran 2011 Salı
Canım İstanbul
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…
Necip Fazıl KISAKÜREK
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...
O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...
Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...
Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...
Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar...
Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…
Necip Fazıl KISAKÜREK
Etiketler:
bülbül,
eyüp,
gece,
gündüz,
istanbul,
kadıköy,
karacaahmet,
moda,
necip fazıl,
sultanahmet,
sümbül,
şiir,
üstad,
vatan
16 Haziran 2011 Perşembe
RÜCÛ
Sen benim gözümde bir rivayettin
İlk değil alçağı yüksek görüşüm
Sanma ki sen bana ihanet ettin
O senin aslına rücu edişin
Gün olur kediye düldül derim ben
Gün olur baykuşa bülbül derim ben
Tedirgin etse de gerçek ötüşün
O senin aslına rücu edişin
Caymadım cüceyi yüce görmekten
Caymadım cahile cüret vermekten
Gözümden düşse de hal ve gidişin
O senin aslına rücu edişin
İlk defa vurmadım başımı taşa
Yanıla yakıla geldim bu yaşa
Sanma ki sen beni aldattın hâşâ
Çoktandır başladı bende bitişin
O senin aslına rücu edişin
Kahrını çektiysem vardır bir neden
Sensin bu duyguyu bende üreten
Gübredir toprağı verimli eden
Kim kimi kullanmış şöyle bir düşün
O senin aslına rücu edişin
Oyun bitti bu son perde son gala
Güçlü olsan başarırdın pekâlâ
Aslan rolü yakışmıyor çakala
Bırak da kendine gelsin gidişin
O senin aslına rücu edişin...
Cemal SAFİ
İlk değil alçağı yüksek görüşüm
Sanma ki sen bana ihanet ettin
O senin aslına rücu edişin
Gün olur kediye düldül derim ben
Gün olur baykuşa bülbül derim ben
Tedirgin etse de gerçek ötüşün
O senin aslına rücu edişin
Caymadım cüceyi yüce görmekten
Caymadım cahile cüret vermekten
Gözümden düşse de hal ve gidişin
O senin aslına rücu edişin
İlk defa vurmadım başımı taşa
Yanıla yakıla geldim bu yaşa
Sanma ki sen beni aldattın hâşâ
Çoktandır başladı bende bitişin
O senin aslına rücu edişin
Kahrını çektiysem vardır bir neden
Sensin bu duyguyu bende üreten
Gübredir toprağı verimli eden
Kim kimi kullanmış şöyle bir düşün
O senin aslına rücu edişin
Oyun bitti bu son perde son gala
Güçlü olsan başarırdın pekâlâ
Aslan rolü yakışmıyor çakala
Bırak da kendine gelsin gidişin
O senin aslına rücu edişin...
Cemal SAFİ
12 Haziran 2011 Pazar
Bugün benim doğum günüm :))
Bugün benim doğum günüm sevgili seyir defteri. Seni açalı 2 yıl oldu yani..
Anneme gittim bugün. Ben konuştum o dinledi. Dinlemek iyi de keşke bir de cevap verseydi.
Anlattım her şeyi, hayatımdaki değişenleri, değişmeyenleri, değişsin ya da değişmesin diye dua ettiklerimi, yorgunluklarımı, umutlarımı, yıpranmışlıklarımı, yıprattıklarımı, aklıma ne geldiyse, dilimden ne döküldüyse,
Anlattım...
Anlattım...
Anlattım...
Mutlaka bana verecek cevapları, kızgınlıkları, kahkahaları, öğütleri vardı. Belki söyledi ama benim kulağıma ulaşmadı. Ancak şu bir gerçek ki yüreğime ısındı. Burnuma tanıdık bir koku geldi... Yüzüme kocaman bir tebessüm, gözümün ucuna da bir damla yaş...
İyi geldi konuşmak.
Sonra İstanbul'uma döndüm. Dedim ya bugün benim doğum günüm, İstanbul'umla baş başa kutladık. Bana huzur, umut, güç hediye etti. İçine biraz sabır biraz da anlayış katmış. Bendekilerin azaldığını düşünmüş olmalı. bir de dondurmalı kazandibi verdi. Eyüp'ün huzurlu kalabalığında, insanı yormayan gürültüsünde keyifle yedim tatlımı. Mum yoktu üstünde ama ilk lokmayı yemeden önce tuttum bütün dileklerimi. Bakalım gerçekleşecek mi zaman gösterecek.
İstanbul'umla baş başa dedim ama yalnız bırakmadı dostlarım. Mesajlar, telefonlar bir kutlamalar bir kutlamalar...
Güzel oluyor doğum günleri. İnsan aslında ne kadar çok olduğunu anlıyor. Ne kadar çok yüreğe dokunduğunu, ne kadar çok hayata dahil olduğunu... Kimine şöyle bir uğramış, kimine kan gibi bağlanmış olduğun çeşit çeşit yaşam gelip buluyor seni doğum gününde. Mesele hatırlanıp hatırlanmamak değil aslında, mesele dokunduğun hayatlara ne bıraktığın. Bugün gördüm ki güzel şeyler bırakmışım ben.
Bugün benim doğum günüm, kendimi şımartmam için en uygun gün. Eyüp'ün huzurunda, dinginliğinde tavşan kanı bir çay içmenin tam vakti olsa gerek. Öyleyse şu garsonu bir çağırmak gerek :)
NOT : Bu arada kendime doğum günü hediyesi yüzük aldım, sempatime sempati kattım deftercim :)
Anneme gittim bugün. Ben konuştum o dinledi. Dinlemek iyi de keşke bir de cevap verseydi.
Anlattım her şeyi, hayatımdaki değişenleri, değişmeyenleri, değişsin ya da değişmesin diye dua ettiklerimi, yorgunluklarımı, umutlarımı, yıpranmışlıklarımı, yıprattıklarımı, aklıma ne geldiyse, dilimden ne döküldüyse,
Anlattım...
Anlattım...
Anlattım...
Mutlaka bana verecek cevapları, kızgınlıkları, kahkahaları, öğütleri vardı. Belki söyledi ama benim kulağıma ulaşmadı. Ancak şu bir gerçek ki yüreğime ısındı. Burnuma tanıdık bir koku geldi... Yüzüme kocaman bir tebessüm, gözümün ucuna da bir damla yaş...
İyi geldi konuşmak.
Sonra İstanbul'uma döndüm. Dedim ya bugün benim doğum günüm, İstanbul'umla baş başa kutladık. Bana huzur, umut, güç hediye etti. İçine biraz sabır biraz da anlayış katmış. Bendekilerin azaldığını düşünmüş olmalı. bir de dondurmalı kazandibi verdi. Eyüp'ün huzurlu kalabalığında, insanı yormayan gürültüsünde keyifle yedim tatlımı. Mum yoktu üstünde ama ilk lokmayı yemeden önce tuttum bütün dileklerimi. Bakalım gerçekleşecek mi zaman gösterecek.
İstanbul'umla baş başa dedim ama yalnız bırakmadı dostlarım. Mesajlar, telefonlar bir kutlamalar bir kutlamalar...
Güzel oluyor doğum günleri. İnsan aslında ne kadar çok olduğunu anlıyor. Ne kadar çok yüreğe dokunduğunu, ne kadar çok hayata dahil olduğunu... Kimine şöyle bir uğramış, kimine kan gibi bağlanmış olduğun çeşit çeşit yaşam gelip buluyor seni doğum gününde. Mesele hatırlanıp hatırlanmamak değil aslında, mesele dokunduğun hayatlara ne bıraktığın. Bugün gördüm ki güzel şeyler bırakmışım ben.
Bugün benim doğum günüm, kendimi şımartmam için en uygun gün. Eyüp'ün huzurunda, dinginliğinde tavşan kanı bir çay içmenin tam vakti olsa gerek. Öyleyse şu garsonu bir çağırmak gerek :)
NOT : Bu arada kendime doğum günü hediyesi yüzük aldım, sempatime sempati kattım deftercim :)
Beyazlık testi...
Nerede ve nasıl yetiştiğinizin bir önemi yoktur bazı şeyler için. Onlar siz yaratılırken serpiştirilir karakterinize. düzgündür insan yaratıldığında. Kontrol yaratıcının elindedir. ne zaman ki kendi benliğinin yönetimi eline verilir insanın, işte o zaman renkler değişir. Her şeyiyle beyaz yaratılmış olanlar kendilerince renklerini seçerler. İnsan olmakla, olmamak arasında sürükler durur fırçasını. En çok çocukken beyazdır insan. Dedim ya nerede ya da nasıl yaşadığı çok da önemli değildir. Çünkü henüz kontrol eline geçmemiştir. Bir şeyler hâlâ beyazdır. geçen gün gördüğüm çocuklar gibi...
Mecburi bir sebepten biraz varoş bir sokaktan geçerken gördüm onları. Kırılmış dal parçalarını toplamışlar. Bir arsanın orta yerine yığılmış olan kum - toprak karışımı bir tepeciğin oraya taşıyorlardı. Elleriyle kumda çukurlar açıp dalları oraya saplıyorlardı. sonra toprağı tekrar elleriyle düzeltip dalın dibine su döküyorlardı. Kendilerince oyun oynadıklarını düşündüm. Sonra ufaklıklardan (ki yaşları taş çatlasa 6'dır.) kısacık saçlı kız olanı ellerini eteğine silip temizleyerek arkadaşına sesleniyordu. "Ben bunları ekmeye devam edeyim. sen ötekileri getir. Onları da ekince küçük orman hazır olur. Bunlar büyüyünce de salıncak kurarız." diyordu.
O sözleri duyunca ne yapacağımı şaşırdım. Bir kaç tane ufaklık kendince kendilerince orman yapıyordu. Hem de kırılmış dallardan. Belki bir oyundu bilinmez, sorma fırsatım olmadı, bundan sonra da olacağını sanmam. Niyet ne olursa olsun sözler önemliydi benim için aslında. Çocuktu ve orman yapmaya uğraşıyordu. Biz çok bilmiş büyükler mevcut ormanları yok edip daha "yaşanılası yerler (!)" yapmaya çalışıyorken bu küçücük yürekler ormanlar yapıyordu.
Dönüp kendime baktım. Ne zaman beyazlarımı yitirmiştim. Kendimce çevreye zararsızdım ama onlar kadar beyaz değildim işte. Üzüldüm kendime, renklerime, beyazımın azlığına. Küçülmek istedim, küçülürsem beyazım çoğalır, renklerim temizlenir diye düşündüm ama bazen düşünmek başarmanın yarısı olmuyormuş.
Ben çok renkli az beyazlı büyümüşlüğümü yanıma alıp yola devam ettim. O küçücük boylu, kocaman yürekli, bol beyazlı ufaklıklar ise ormanlarını büyütebilmek için dal taşımaya devam etti.
Dua ettim giderken. "Beyazınıza fırçanız değmesin inşallah, yüreğinizin rengine aklınızın rengi bulaşmasın ve ormanınız gerçeğe dönüşsün." diye...
İçimde kalmış az biraz beyazın hatırına kabul olur belki duam kim bilir...
Mecburi bir sebepten biraz varoş bir sokaktan geçerken gördüm onları. Kırılmış dal parçalarını toplamışlar. Bir arsanın orta yerine yığılmış olan kum - toprak karışımı bir tepeciğin oraya taşıyorlardı. Elleriyle kumda çukurlar açıp dalları oraya saplıyorlardı. sonra toprağı tekrar elleriyle düzeltip dalın dibine su döküyorlardı. Kendilerince oyun oynadıklarını düşündüm. Sonra ufaklıklardan (ki yaşları taş çatlasa 6'dır.) kısacık saçlı kız olanı ellerini eteğine silip temizleyerek arkadaşına sesleniyordu. "Ben bunları ekmeye devam edeyim. sen ötekileri getir. Onları da ekince küçük orman hazır olur. Bunlar büyüyünce de salıncak kurarız." diyordu.
O sözleri duyunca ne yapacağımı şaşırdım. Bir kaç tane ufaklık kendince kendilerince orman yapıyordu. Hem de kırılmış dallardan. Belki bir oyundu bilinmez, sorma fırsatım olmadı, bundan sonra da olacağını sanmam. Niyet ne olursa olsun sözler önemliydi benim için aslında. Çocuktu ve orman yapmaya uğraşıyordu. Biz çok bilmiş büyükler mevcut ormanları yok edip daha "yaşanılası yerler (!)" yapmaya çalışıyorken bu küçücük yürekler ormanlar yapıyordu.
Dönüp kendime baktım. Ne zaman beyazlarımı yitirmiştim. Kendimce çevreye zararsızdım ama onlar kadar beyaz değildim işte. Üzüldüm kendime, renklerime, beyazımın azlığına. Küçülmek istedim, küçülürsem beyazım çoğalır, renklerim temizlenir diye düşündüm ama bazen düşünmek başarmanın yarısı olmuyormuş.
Ben çok renkli az beyazlı büyümüşlüğümü yanıma alıp yola devam ettim. O küçücük boylu, kocaman yürekli, bol beyazlı ufaklıklar ise ormanlarını büyütebilmek için dal taşımaya devam etti.
Dua ettim giderken. "Beyazınıza fırçanız değmesin inşallah, yüreğinizin rengine aklınızın rengi bulaşmasın ve ormanınız gerçeğe dönüşsün." diye...
İçimde kalmış az biraz beyazın hatırına kabul olur belki duam kim bilir...
26 Nisan 2011 Salı
Pervane...
Ben bal arısı gibiydim senden önce
Bak pervanelere döndüm seni görünce
Yana yana kül olsam her an
Yine de senden ayrılamam
Yoluna adadım ömrümü ben
Sensiz olamam
Yana yana kül olsam her an
Yine de senden ayrılamam
Bin yıl yaşasam yine sana doyamam
Sana gönlümü verdim ey nazlı güzel
Seni almazsam gözlerim açık gider
Bana ellerini ver
Hayat seni sevince güzel
Yoluna adadım ömrümü ben
Gel kaçma güzel
Bana ellerini ver
Hayat seni sevince güzel
Sana gönlümü verdim nazlı güzel...
Özdemir ERDOĞAN
Bak pervanelere döndüm seni görünce
Yana yana kül olsam her an
Yine de senden ayrılamam
Yoluna adadım ömrümü ben
Sensiz olamam
Yana yana kül olsam her an
Yine de senden ayrılamam
Bin yıl yaşasam yine sana doyamam
Sana gönlümü verdim ey nazlı güzel
Seni almazsam gözlerim açık gider
Bana ellerini ver
Hayat seni sevince güzel
Yoluna adadım ömrümü ben
Gel kaçma güzel
Bana ellerini ver
Hayat seni sevince güzel
Sana gönlümü verdim nazlı güzel...
Özdemir ERDOĞAN
Etiketler:
bal arısı,
hayat,
nazlı,
özdemir erdoğan,
pervane,
zuhal olcay
Hayattan küçük bir gülücük...
Küçük bir Winx kızıyla tanıştım geçen gün. Adı Belçim’miş. Winx kızları kolay büyürlermiş, o yüzden peynir yemesine gerek yokmuş. Babası böreğindeki peyniri ayıklarken, Belçim’i peynir yemesi için ikna etmeye çalıştım. “Winx kızlarının çok güçlü ve akıllı olması gerekirmiş bunun için de peynir yemeleri lazımmış.” Dedim. Bir bana bir tabağındaki peynirlere baktı sonra yüzün ekşitip sırtını döndü. Bir süre konuşmadık. Sanırım küsmüştük. Ben kitabıma, o peynir ayıklayan babasına geri dönmüştük. Tam dalmıştım ki Belçim’in sesiyle irkildim. Yan yan bakıp “saçma bir fikir” diyordu. “hangi fikir?” diye sorduğumda mahcupça böreğine döndü. Yine sessizce kendi işlerimizin meşguliyetlerine odaklanmıştık. Ben kitabıma gömülmüştüm. O ise heyecanlı heyecanlı babasına bir şeyler anlatıyordu. Büyük olasılık sinemaya gelmişlerdi ve seans vaktini bekliyorlardı. 23 Nisan dolayısıyla çocuklara özel gösterim vardı. Nerden mi biliyorum. Ben de kendi kuzenimi getirdim çünkü. O bir önceki seansa girmişti ben de onun çıkmasını bekliyordum.
Enteresan bir şekilde tanışmıştım Winx kızı küçük Belçim’i. Peynirle arasının açık olması dışında da bir şey öğrenememiştim ondan ama gözlerinin içindeki küçük yıldızlar çok tanıdıktı. Belçim’in bir çok yaşıtı gibi hayat dolu cıvıl cıvıl olduğunu haykırıyordu. 10 dakikalık tanışıklığımıza bir küslük bir barışıklık sığdırmıştık bile. Acaba vedamız nasıl olacak diye düşünerek kitabıma geri dönmüştüm ki Belçim’in cıvıltılı sesi tekrar doldurdu mekânı. “Hoşça kal” diye sesleniyordu bana. Ben de ona “Güle güle” diye karşılık verdim. Gözlerindeki yıldızlar daha da parladı. Sevecenlikle, masumca diyalog kurduğu birisi ona aynı şekilde karşılık vermişti. Giderken “Peynir yemeyi unutma.” Dedim. Omzunun üstünden bakıp “babam yedi ki bana hiç kalmadı.” Diyip muzipçe güldü. O an bir kez daha anladım ki yeni nesil ufaklıkların beyni gerçekten farklı çalışıyor. O küçücük cimcime peyniri yemediği gibi kıvrak kıvrak bir de laf cambazlığı yapıyordu.
Belçim ve babası gittikten sonra bir süre 10 dakikalık arkadaşımın özlemini yaşadım. Sonra da kitabıma geri döndüm.
Hayat trenime kısa bri mola yeri olduğu için Belçim’e teşekkür ettim. Sonra da ona peynir yedirebilmeyi başarabilsinler diye anne ve babası için dua ettim. Ne de olsa Winx kızı da olsa, peynir her çocuğun ihtiyaç duyduğu besinlerden biri.
Bu arada unutmadan söyleyeyim. Winx kızı olabilmek için 4 yaşında olmak gerekiyormuş. Benim gibi koca kazıkların hiç şansı yokmuş. Küçük Winx Belçim öyle söyledi… :)
Enteresan bir şekilde tanışmıştım Winx kızı küçük Belçim’i. Peynirle arasının açık olması dışında da bir şey öğrenememiştim ondan ama gözlerinin içindeki küçük yıldızlar çok tanıdıktı. Belçim’in bir çok yaşıtı gibi hayat dolu cıvıl cıvıl olduğunu haykırıyordu. 10 dakikalık tanışıklığımıza bir küslük bir barışıklık sığdırmıştık bile. Acaba vedamız nasıl olacak diye düşünerek kitabıma geri dönmüştüm ki Belçim’in cıvıltılı sesi tekrar doldurdu mekânı. “Hoşça kal” diye sesleniyordu bana. Ben de ona “Güle güle” diye karşılık verdim. Gözlerindeki yıldızlar daha da parladı. Sevecenlikle, masumca diyalog kurduğu birisi ona aynı şekilde karşılık vermişti. Giderken “Peynir yemeyi unutma.” Dedim. Omzunun üstünden bakıp “babam yedi ki bana hiç kalmadı.” Diyip muzipçe güldü. O an bir kez daha anladım ki yeni nesil ufaklıkların beyni gerçekten farklı çalışıyor. O küçücük cimcime peyniri yemediği gibi kıvrak kıvrak bir de laf cambazlığı yapıyordu.
Belçim ve babası gittikten sonra bir süre 10 dakikalık arkadaşımın özlemini yaşadım. Sonra da kitabıma geri döndüm.
Hayat trenime kısa bri mola yeri olduğu için Belçim’e teşekkür ettim. Sonra da ona peynir yedirebilmeyi başarabilsinler diye anne ve babası için dua ettim. Ne de olsa Winx kızı da olsa, peynir her çocuğun ihtiyaç duyduğu besinlerden biri.
Bu arada unutmadan söyleyeyim. Winx kızı olabilmek için 4 yaşında olmak gerekiyormuş. Benim gibi koca kazıkların hiç şansı yokmuş. Küçük Winx Belçim öyle söyledi… :)
22 Şubat 2011 Salı
3 OYUN 3 KARAKTER 1 OYUNCU
İstanbul Şehir Tiyatroları’nda şu sıralar 3 oyun gösterilmekte. İstanbul Efendisi, Tarla Kuşuydu Juliet ve Marat-Sade. Üçü de birbirinden çok farklı hikâye ve karakterler barındırıyor. Tabi ortak olan yönleri de yok değil. Mesela kadroları, ya da dekor ve kostümleri ya da sağlam birer metne sahip oluşları diyebilirim. Bu üç oyunu tüm farklılıklarının içinde ortak bir başarı noktasına ulaştıran bu unsurları görmezden gelemem kesinlikle. Sonuçta her yönüyle bir bütün olarak beğeni kriterlerimi 12’den vuran çok fazla oyun yok. Birinin oyunculukları zayıf, metni sağlam olur. Ötekinin taş gibi, su gibi seyirlik oyunculuğu vasat dekor ve kostümde kaybolur gibi gibi gibi hep bir yerden bir noksanlık gelir benim üç kuruşluk tiyatro keyfimi bulur. Ama yukarıda bahsettiğim üç oyun da benim nazarımda %100’lük bir başarı almış bulunmakta. O sebeple üç oyunda da emeği geçenleri tekrar ayakta alkışlıyorum.
Ancak…
Seyir defterime düşürmek istediğim esas nokta başka. Aslında üç oyunu da kapsayan tek ortak noktaya daha doğrusu tek ortak kişiye değinmek istiyorum. En azından benim bildiğim tek. Perde arkasında başka ortak isimler varsa bilemem. :)
Çağlar ÇORUMLU…
7 numara’nın Yusuf GÜDÜK’ü olarak tanıdığım ve sonrasında rol aldığı yapımlarda da keyifli ve başarılı bir oyunculuk sergileyen bu başarılı oyuncuyu sahnede ilk kez İstanbul Efendisi’nde izledim. Efendinin oğlu İrfan rolündeydi. Daha nasıl bir performansla karşılaşacağımı bilmeden heyecanlanmıştım. Çünkü ekran başında başarılı bulduğum biri mutlaka sahnede de başarılıdır diyordum. Halbuki bu fikrimin yanılgısını hem Mehmet Ali ALABORA hem de Melek BAYKAL’da ciddi biçimde yaşamıştım. Ekranda izlerken kötü dediğim Mali sahnedeki oyunculuğunu tokat gibi indirmişti yüzüme. Ekranda beğenerek izlediğim Melek Hanım’sa Sokrates’in Son Gecesi’nde Odi’nin hayallerinin yıkıldığı yer isimli tek kişilik gösteriye atmıştı beni ilkokul müsameresi performansıyla. Hal böyle olunca da ön yargılarımı ve beklentilerimi gişede bırakır olmuştum tiyatroya giderken.
Ama dedim ya Çağlar Bey’i sahnede görünce “aha” dedim. “Aslanım Yusuf’um Güdük’üm geldi.” Oyun boyunca hayranlıkla izledim tüm kadroyu ama özellikle Çağlar Bey’i. Sanki onun rolü bir tık öndeydi. Daha doğrusu bir kademe zorlayıcıydı. Zaten Osmanlı İstanbulu’nda geçen bir oyunda mevcut metin dil bakımından yeterince zorlayıcıyken Çağlar Bey’in payına düşen kısımlar iki kat ezber gücü istiyor gibiydi. Ben ki kendi ezber kabiliyetimi gayet takdire şayan bulurdum ki o metni görünce şapka çıkarttım. :) Velhasılı kelam Çağlar Bey oyun sonu fikri beklentilerimi boşa çıkarmadığı için iki kat alkış almıştı şahsımdan. Gerçi Engin ALKAN’a göre de oyunun yıldızlaşan ismi olmuş olmalıydı ki toplu selam sonrası kendisini şöyle “solo bir alkışı hak ettin kerata” dercesine sahnenin orta yerine iteleyip tekrar alkışlatmıştı.
Oyun sonrası soranlara “vay be helal olsun hakikaten sağlam oyuncuymuş” nidalarıyla ballandıraraktan sanki benim eserimmiş gibi böbürleniyordum ki, bir arkadaşım “Tarla Kuşuydu Juliet’te de oynuyor orda da acayip iyi bir performans sergiliyor” diyince gelecek ay gidilecekler listesine tepeden giriş yaptı ikinci oyunumuz Tarla Kuşuydu Juliet.
Gün doğdu, gece bitti Pazartesi sendromu, Cuma geldi yaşasın tatil mutluluğu derken günler akıp gidip oyun gününü getirdi. Arkadaşlardan aldığım ara gazla acayip bir şekilde motive olarak kuruldum salondaki yerime. Beni gören de sahneye ben çıkacağım zanneder :) son kez cep telefonumu kontrol edip (tiyatro kırosu olmamak lazım efenim dimi :)) kendimi oyuna adapte ettim. Gayet keyifli giden oyun Çağlar Bey’in sahneye gelmesiyle zirve yaptı. Mezarından fırlamış bir Shakespeare olarak tiratları çatır çatır attı. O dörtlükler üzerinden konuşmalar, şarkı söylemeler, derdini anlatmaya çalışmalar, hem Romeo ile Juliet’e hem de seyirciye laf yetiştirmeler… Tamamiyle oynadığı bir önceki karakterden sıyrılmış ve bir bütün olarak bu yeni role bürünmüş.
Hani olur ya kalıplaşmış oyunculuklar. Mesela bir Mehmet ASLANTUĞ bir Cansel ELÇİN bir Murat YILDIRIM ne rol oynasalar bildik tanıdık yeniliği olmayan bir tip. Katili de oynasa, asilzadeyi de oynasa aynı tek düzelik. İşte o yoktu burada. 2 hafta önce aynı adam başka bir roldeydi şimdi başka. “Karakter farklı kardeşim tabiî ki aynı olan bir şeyi sergilemez adam” diye düşünülebilir ama öyle değil be abi… Oyuncunun kalıplaşmış bir hali varsa Kral Henry iken de o kalıptır, Çoban Ali iken de o kalıptır. Çağlar Bey’in sahneleme üslubunda o tek düzelik yoktu. Bu da izlenebilirlik skalasını yükseltiyordu. Oyun olarak da, oyunculuk olarak da İstanbul Efendisi’nin birkaç tık üstüne çıkan Tarla Kuşuydu Juliet’in bitiminde hem alkışlıyor hem de Çağlar Bey’in performansın “ Yok artık Lebron James” diyordum.
Üçlemenin son halkası olan Marat-Sade’yi ne yalan söyleyeyim Murat GARİBAĞAOĞLU için izlemek istiyordum. Tabi oyunda Çağlar’ın (3. Oyun oldu canım, kankam oldu o benim artık bey mi diyeceğim bir de :) ) rol aldığını da öğrenince “yok devenin bale pabucu” dedim. Bu adam beyin diye ne taşıyordu da böyle baba oyunlar da gayet hacimli rollerde ustalıkla oynayabiliyordu. Kısa devre yapmıyor musun dostum diye sorarlar adama ya.. Yine de dedim sonuçta adam işini yapıyor ama kafam da kurcalanmıyor değil o kadar metni su gibi ezberleyip teklemeden sahnelemek harbi kabiliyet ister.
Bütün bunları düşüne düşüne Marat-Sade gününe geldim. Oyun bir akıl hastanesinde geçtiğinden sebep herkes deli. E tabi delidir ne yapsa yeridir diye herkes ayrı telde. Kimse kimseyi beklemiyor repliği bitsin de sıra bana gelsin diye. Hepsi ayrı âlemde. Bu sebeple de takibi zor bir oyun. Çünkü kimseyi kaçırmak istemiyor insan. İzlerken fark ettim ki herkese yetişicem diye herkesi kaçırır oldum. Dedim ben direkt konuşana kitleyeyim algımı. Bu metot tam işe yaradı diyordum ki, Çağlar ÇORUMLU’nun her repliği söylediğini fark ettim. Adam kendi rolü dışındaki replikleri de ezberlemiş. O andan sonra ne Murat Bey kaldı ne de diğer değerli oyuncular. Sahne ana-baba günü ama ben Çağlar Bey’i takip ediyorum sadece. İnsan ister istemez şaşırıyor “bu adam insan mı” diye. Bu nasıl bir hafızadır, nasıl bir ezber gücüdür ya Rabbim diyorsun ister istemez. Zaten beklenti seviyem zirve yapmış bir şekilde gittiğim oyundan tavan yapmış bir keyif ve “Vallahi helal olsun” nidalarıyla ayrılmakta ayrı bir durumdur efenim.
Velhasılı kelam bu oyunda da diğer ikisinden çok farklı bir karakterdi ve hiçbir tek düzeliği yoktu. Sonuç olarak gerçekten işine değer vermek “senin işine kıymet verip oraya gelen insanlara” saygı göstermek ve bu saygı çerçevesinde işini hem keyifle hem de ciddiyetle yerine getirmek zordur. Herkes bu zorluğun altından kalkamaz. Ancak Çağlar Bey bu zorluğun altından kalkabilecek kapasitede ve kalitede olduğunu çok net bir şekilde ortaya koydu.
Bu arada Marat-Sade oyununda peltekti. Acaba adam gerçekten peltekti de ben mi yeni fark ettim. Yoksa oyun gereği mi peltekti çözemedim. En kısa zamanda kendinse ulaşıp sormalı bunu...
Bir de tekrar soruyorum bu yazıyı okuyan herkese…
Bu Çağlar ÇORUMLU insan mı? O insansa ben neyim? Ben insansam o ne oluyor.. :) :)
NOT 1: Bu kadar Çağlar ÇORUMLU reklamı yapmış olduğuma bakmayın, 3 oyunda gerçekten çok kıymetli oyuncular barındıran izlemesi cidden keyif veren taş gibi oyunlardır. İmkan bulan herkes gitsin izlesin keyif alsın efenim. Gerçi bilet bulmak zor ama imkansız değil. Biraz çabayla ve doğru zamanlama ile bilet sahibi olabilirsiniz.
NOT 2: Oyunlarla ilgili bilgileri aşağıdaki linklerden edinebilirsiniz.
İstanbul Efendisi : http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=313
Marat-Sade : http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=370
Tarla Kuşuydu Juliet : http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=340
Ayrıca İstanbul Efendisi ve Tarla Kuşuydu Juliet oyunları için kendi sitelerinden de detaylı bilgi alabilirsiniz. Herkese iyi seyirler....
http://www.istanbulefendisiardiyesi.tr.gg/
http://tarlakusuydujuliet.tr.gg/
Ancak…
Seyir defterime düşürmek istediğim esas nokta başka. Aslında üç oyunu da kapsayan tek ortak noktaya daha doğrusu tek ortak kişiye değinmek istiyorum. En azından benim bildiğim tek. Perde arkasında başka ortak isimler varsa bilemem. :)
Çağlar ÇORUMLU…
7 numara’nın Yusuf GÜDÜK’ü olarak tanıdığım ve sonrasında rol aldığı yapımlarda da keyifli ve başarılı bir oyunculuk sergileyen bu başarılı oyuncuyu sahnede ilk kez İstanbul Efendisi’nde izledim. Efendinin oğlu İrfan rolündeydi. Daha nasıl bir performansla karşılaşacağımı bilmeden heyecanlanmıştım. Çünkü ekran başında başarılı bulduğum biri mutlaka sahnede de başarılıdır diyordum. Halbuki bu fikrimin yanılgısını hem Mehmet Ali ALABORA hem de Melek BAYKAL’da ciddi biçimde yaşamıştım. Ekranda izlerken kötü dediğim Mali sahnedeki oyunculuğunu tokat gibi indirmişti yüzüme. Ekranda beğenerek izlediğim Melek Hanım’sa Sokrates’in Son Gecesi’nde Odi’nin hayallerinin yıkıldığı yer isimli tek kişilik gösteriye atmıştı beni ilkokul müsameresi performansıyla. Hal böyle olunca da ön yargılarımı ve beklentilerimi gişede bırakır olmuştum tiyatroya giderken.
Ama dedim ya Çağlar Bey’i sahnede görünce “aha” dedim. “Aslanım Yusuf’um Güdük’üm geldi.” Oyun boyunca hayranlıkla izledim tüm kadroyu ama özellikle Çağlar Bey’i. Sanki onun rolü bir tık öndeydi. Daha doğrusu bir kademe zorlayıcıydı. Zaten Osmanlı İstanbulu’nda geçen bir oyunda mevcut metin dil bakımından yeterince zorlayıcıyken Çağlar Bey’in payına düşen kısımlar iki kat ezber gücü istiyor gibiydi. Ben ki kendi ezber kabiliyetimi gayet takdire şayan bulurdum ki o metni görünce şapka çıkarttım. :) Velhasılı kelam Çağlar Bey oyun sonu fikri beklentilerimi boşa çıkarmadığı için iki kat alkış almıştı şahsımdan. Gerçi Engin ALKAN’a göre de oyunun yıldızlaşan ismi olmuş olmalıydı ki toplu selam sonrası kendisini şöyle “solo bir alkışı hak ettin kerata” dercesine sahnenin orta yerine iteleyip tekrar alkışlatmıştı.
Oyun sonrası soranlara “vay be helal olsun hakikaten sağlam oyuncuymuş” nidalarıyla ballandıraraktan sanki benim eserimmiş gibi böbürleniyordum ki, bir arkadaşım “Tarla Kuşuydu Juliet’te de oynuyor orda da acayip iyi bir performans sergiliyor” diyince gelecek ay gidilecekler listesine tepeden giriş yaptı ikinci oyunumuz Tarla Kuşuydu Juliet.
Gün doğdu, gece bitti Pazartesi sendromu, Cuma geldi yaşasın tatil mutluluğu derken günler akıp gidip oyun gününü getirdi. Arkadaşlardan aldığım ara gazla acayip bir şekilde motive olarak kuruldum salondaki yerime. Beni gören de sahneye ben çıkacağım zanneder :) son kez cep telefonumu kontrol edip (tiyatro kırosu olmamak lazım efenim dimi :)) kendimi oyuna adapte ettim. Gayet keyifli giden oyun Çağlar Bey’in sahneye gelmesiyle zirve yaptı. Mezarından fırlamış bir Shakespeare olarak tiratları çatır çatır attı. O dörtlükler üzerinden konuşmalar, şarkı söylemeler, derdini anlatmaya çalışmalar, hem Romeo ile Juliet’e hem de seyirciye laf yetiştirmeler… Tamamiyle oynadığı bir önceki karakterden sıyrılmış ve bir bütün olarak bu yeni role bürünmüş.
Hani olur ya kalıplaşmış oyunculuklar. Mesela bir Mehmet ASLANTUĞ bir Cansel ELÇİN bir Murat YILDIRIM ne rol oynasalar bildik tanıdık yeniliği olmayan bir tip. Katili de oynasa, asilzadeyi de oynasa aynı tek düzelik. İşte o yoktu burada. 2 hafta önce aynı adam başka bir roldeydi şimdi başka. “Karakter farklı kardeşim tabiî ki aynı olan bir şeyi sergilemez adam” diye düşünülebilir ama öyle değil be abi… Oyuncunun kalıplaşmış bir hali varsa Kral Henry iken de o kalıptır, Çoban Ali iken de o kalıptır. Çağlar Bey’in sahneleme üslubunda o tek düzelik yoktu. Bu da izlenebilirlik skalasını yükseltiyordu. Oyun olarak da, oyunculuk olarak da İstanbul Efendisi’nin birkaç tık üstüne çıkan Tarla Kuşuydu Juliet’in bitiminde hem alkışlıyor hem de Çağlar Bey’in performansın “ Yok artık Lebron James” diyordum.
Üçlemenin son halkası olan Marat-Sade’yi ne yalan söyleyeyim Murat GARİBAĞAOĞLU için izlemek istiyordum. Tabi oyunda Çağlar’ın (3. Oyun oldu canım, kankam oldu o benim artık bey mi diyeceğim bir de :) ) rol aldığını da öğrenince “yok devenin bale pabucu” dedim. Bu adam beyin diye ne taşıyordu da böyle baba oyunlar da gayet hacimli rollerde ustalıkla oynayabiliyordu. Kısa devre yapmıyor musun dostum diye sorarlar adama ya.. Yine de dedim sonuçta adam işini yapıyor ama kafam da kurcalanmıyor değil o kadar metni su gibi ezberleyip teklemeden sahnelemek harbi kabiliyet ister.
Bütün bunları düşüne düşüne Marat-Sade gününe geldim. Oyun bir akıl hastanesinde geçtiğinden sebep herkes deli. E tabi delidir ne yapsa yeridir diye herkes ayrı telde. Kimse kimseyi beklemiyor repliği bitsin de sıra bana gelsin diye. Hepsi ayrı âlemde. Bu sebeple de takibi zor bir oyun. Çünkü kimseyi kaçırmak istemiyor insan. İzlerken fark ettim ki herkese yetişicem diye herkesi kaçırır oldum. Dedim ben direkt konuşana kitleyeyim algımı. Bu metot tam işe yaradı diyordum ki, Çağlar ÇORUMLU’nun her repliği söylediğini fark ettim. Adam kendi rolü dışındaki replikleri de ezberlemiş. O andan sonra ne Murat Bey kaldı ne de diğer değerli oyuncular. Sahne ana-baba günü ama ben Çağlar Bey’i takip ediyorum sadece. İnsan ister istemez şaşırıyor “bu adam insan mı” diye. Bu nasıl bir hafızadır, nasıl bir ezber gücüdür ya Rabbim diyorsun ister istemez. Zaten beklenti seviyem zirve yapmış bir şekilde gittiğim oyundan tavan yapmış bir keyif ve “Vallahi helal olsun” nidalarıyla ayrılmakta ayrı bir durumdur efenim.
Velhasılı kelam bu oyunda da diğer ikisinden çok farklı bir karakterdi ve hiçbir tek düzeliği yoktu. Sonuç olarak gerçekten işine değer vermek “senin işine kıymet verip oraya gelen insanlara” saygı göstermek ve bu saygı çerçevesinde işini hem keyifle hem de ciddiyetle yerine getirmek zordur. Herkes bu zorluğun altından kalkamaz. Ancak Çağlar Bey bu zorluğun altından kalkabilecek kapasitede ve kalitede olduğunu çok net bir şekilde ortaya koydu.
Bu arada Marat-Sade oyununda peltekti. Acaba adam gerçekten peltekti de ben mi yeni fark ettim. Yoksa oyun gereği mi peltekti çözemedim. En kısa zamanda kendinse ulaşıp sormalı bunu...
Bir de tekrar soruyorum bu yazıyı okuyan herkese…
Bu Çağlar ÇORUMLU insan mı? O insansa ben neyim? Ben insansam o ne oluyor.. :) :)
NOT 1: Bu kadar Çağlar ÇORUMLU reklamı yapmış olduğuma bakmayın, 3 oyunda gerçekten çok kıymetli oyuncular barındıran izlemesi cidden keyif veren taş gibi oyunlardır. İmkan bulan herkes gitsin izlesin keyif alsın efenim. Gerçi bilet bulmak zor ama imkansız değil. Biraz çabayla ve doğru zamanlama ile bilet sahibi olabilirsiniz.
NOT 2: Oyunlarla ilgili bilgileri aşağıdaki linklerden edinebilirsiniz.
İstanbul Efendisi : http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=313
Marat-Sade : http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=370
Tarla Kuşuydu Juliet : http://www.ibb.gov.tr/sites/sehirtiyatrolari/tr-TR/Sayfalar/Oyun.aspx?oyunid=340
Ayrıca İstanbul Efendisi ve Tarla Kuşuydu Juliet oyunları için kendi sitelerinden de detaylı bilgi alabilirsiniz. Herkese iyi seyirler....
http://www.istanbulefendisiardiyesi.tr.gg/
http://tarlakusuydujuliet.tr.gg/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)