25 Aralık 2011 Pazar

Yanık

"Gerçekler ne kadar dillendirilebilir. Ya da bir gerçek keşfedilmeden dilden dökülse ne kadar anlamlı olabilir."

Nevval, Janin ve Simon...

10 yıllık bir sessizlik orucu...

Bir annenin ölümü...

Ardında bıraktığı enteresan vasiyet...

Ellerinde bir ceket, bir kırmızı defter ve iki "mutlaka ulaştırılması gereken" zarf ile ikizkardeşler...

Montreal'de başlayıp Orta Doğu topraklarına uzanan, bugünle geçmiş arasında zincirler halinde sürüklenip giden bir hikaye...

Verilen sözlerin tutulanları ve tutulmayanları...

İsminin mezar taşına kazınmasını hak etmek ya da hak etmediğini düşünmek...

Sessizliği dinlemenin mümkünâtı...?

Hem ardından onlarca cümle söyletecek , hem de tek bir kelimenin bile sarf edilmesini anlamsız kılabilecek bir oyun... "Yanık"

Devlet tiyatrolarının son dönem İstanbul'da sergilediği en çarpıcı oyun. Bir defa izlemekle yetinmemek gerektiğine inandıran bir oyun.

Savaş gibi bir çirkinliğin nelere gebe olabileceğinin, kadın olmanın, aşık olmanın, evlat olmanın, anne olmanın ne büyük yükler taşımak gerektiğine denk olduğunun , okuyamamanın ya da okuyabiliyor olmanın nelere mâl olacağının ya da neler kazandıracağının tekrar tekrar hatırlatılması gerektiği için, normalde hiç unutmadığımız ama bizim hayat hikayemize değmediği için hatırlamak zorunda hissetmediğimiz gerçeklerin aslında bir kalemle üstünün çizilemeyeceğinin, bir göz yumulmasıyla görmezden gelinemeyeceğinin idraki için en azından bir kez daha izlenmeyi hak eden bir oyun.

Benim için 2011 yılına damgasını vuran, 2012 yılında da perdeyi tekrar aynı vuruculukla açmam gerektiği fikrini bana işleyen oyun.

Matematikle hiç alakam olmasa da en azından basit dört işlemi yapabildiğimi düşündüğüm halde 1+1'in 2 edip etmediğini bana sorgulatan oyun.

Gerçekten;
1+1=2' midir her zaman?


Gidin ve bunun cevabın kendiniz öğrenin...

NOT: Oyunculukları, dekoru, kostümleri, ışığı, müziği ve kurgusuyla tüyleri diken diken edip göz yaşartan hatta yer yer ağlatan bu vurucu oyun 2 perde ve ara ile birlikte 3 saat sürmektedir. İzleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler...

15 Kasım 2011 Salı

Yapılacaklar Listesi...

"Odaya çeki düzen verilecek, kullanılmayan giysiler ayıklanacak, kitaplar yeniden yerleştirilecek, yemek tarifleri dosyalanıp düzenlenecek, birikmiş işlere göz atılacak, ofisteki masa adam edilecek, faturalar yatırılacak, ütü yapılacak... ... ..."

Yapılacak... Edilecek...

Ne kadar uzun ve basit bir listesi oluyor aslında insanın. Günlük işlerini sıraladıkça liste madde madde çoğalıyor. Ama bazen işler rutininden sapabiliyor. Duyulan bir şey, alınan bir haber, yaşanan bir olay bütün hayatı yörüngesinden çıkardığı gibi "yapılacaklar listesi"ni de tepetaklak edebiliyor.

Listedeki bütün öncelikler değişiyor. Dengeler farklı bir şekil alıyor. Tek tek sıralayıp arada bir de güncellediğiniz şeylerin hepsi sadece birer harf kalabalığına dönüşüyor.

"Yapılacaklar listesi"ne daha farklı, daha anlamlı ve gerçekten listelemeye değer şeyler eklemek istiyor insan.

"Yarım bıraktıklarını tamamla, uzun zamandır aramadığın dostlarını ara, kitaplarınla ve kaleminle barış, yeni lezzetler dene, yaşadığın şehri keşfet, çikolata yemeyi unutma ki günlük mutluluk seviyeni düşürme, başarabiliyorsan tatile çık, fotoğraf makinenin üstündeki örümcek ağlarını temizle..."

Yapmaktan, yemekten, okumaktan, görmekten, duymaktan hoşlandığın ne varsa ve bu sayılanlardan başka daha bir çok eylemi içine alan kelimelerden hangilerini hayata geçirmek zevk veriyorsa onu yap.

Çünkü insan fark ediyor ki, hayat tek nefeslik bir süreç. Bir "püff"lemeyle kesilecek herşey.

Sonuç olarak bir "yapılacaklar listesi" oluşturmak iyidir ve kolaydır her zaman. Geçmişin özetini görmek, geleceği şekillendirmek, hayat bohçasına bir çeki düzen vermek adına güzel bir yöntem oluyor. Asıl maharet o listeye eklediklerimizin ne kadarı bize düzen intizamdan ziyade mutluluk, yaşama sevinci, huzur vb. güzellikleri getirecek, bunu tespit etmek.

Evet o zaman şu listeyi bir gözden geçirip temize çekme vakti geldi sanırım.

(Yeniden) Yapılacaklar Listesi
"Tatile çıkılacak, İstanbul'un tadı çıkarılacak, fotoğraf makinesi, kitaplar, tiyatro, sinema ve yazılara gereken öncelik tanınacak, sağlığa dikkat edilecek, güzel bir iş bulunup, mutsuz bir ortamda çalışmaya son verilecek, dostlara çooooooooooooooooooooooooooooooookça boooooooooooooooollca vakit ayrılacak, cesaretinin yettiği kadar hayvanlara sevgi ve ilgi gösterilecek, aşık olunacak :) ve en önemlisi hayatın her anının kıymeti bilinecek..."


NOT: Bu yazım hayatımda farklı renk ve tınılarıyla yer etmiş olan tüm kıymetli insanlara ithaftır.

12 Temmuz 2011 Salı

Hastane Önünde beklemek...

Hiç bir zaman keyifli bir eylem olmadı benim için. Bugün de olmayacağı kesin ama el mahkum bekliyorum. En azından hava güneşli ve bu şanslı durumdan ötürü bahçedeyim. Yani hastanelere has o kokuların uçuştuğu koridorlarda beklemekten iyidir. Sonuçta az da olsa temiz hava gider ciğerlere. Tabi burnumun dibinde içilen sigaranın izin verdiği kadar temiz...

En az 15 yılı var hastane nefretimin ama gel gör ki deftercim olmuyor işte. İnsanın sevmediği ot burnunun dibinde biter misali ben kaçtıkça yolum bir şekilde hastanelere düşüyor.

Çapa'nın bahçesindeyim şuan doktorum henüz gelmediği için bekleme moduna aldım kendimi. Bakalım neler anlatacak bana. Sağlık durumum, ameliyat sonrası iyileşme sürecim nasıl işlemiş. Gerçi kendisi diğer kontrollerde gayet olumlu gelişmeler olduğunu, kendimi ameliyat sonrası çabuk toparladığımı söylemişti ama son günlerde yaşadığım sıkıntılı durum açıkçası endişemi arttırmıyor değil. Ya da hastane atmosferi beni evhamlı Odi psikolojisine soktu..

Çapa'nıın bahçesindeyim dedim ya, insanlar geçiyor sürekli önümden, bir yerlerinden sarkan hortumlarıyla, yanlarında kollarına girmiş bi yandan serum şişelerini taşıyan refakatçileriyle farklı farklı pijamalar renk renk gecelikler giymiş bir çok insan.. Bir çok hasta.. Şifalar diliyorum hepsi için Mevla'mdan.

Belli ki güzel havadan bir nebze de olsa nasiplenmek istemiş onlar da.. O kadar farklı renk içinde tek bir ortak renkleri var. Yüzlerindeki soluk tenin rengi...

Annemi hatırlatan o renk...

Sevmiyorum hastaneleri, çünkü orada ne ölüsün, ne diri...

Şu parlak yaz gününde bile insanın içine kasvet çökertiyor bu yer. Doktor'cum gelse de işimi halledip çıksam Çapa'nın tramway yoluna..

Yürüsem...

Yürüsem...

Yürüsem...

...

Şuan da arabadayım deftercim. Vatan caddesinin orta yerinde, akşam trafiğinin tam içinde. Şikayetçi miyim? Hiç sanmam. İstanbul'un trafiği bile keyifli gelebiliyor bazı hallerde. Tabi yetişmeye çalıştığı bir yer yoksa.

Doktordan çıktım. Bana çok olumlu ve güzel şeyler söyledi. Onun verdiği moralle ve hastaneden bir an evvel kendimi soyutlama amacıyla saniyede neredeyse 10 adım atacak bir hızla çıktım hastaneden. Kendimi sokağa atar atmaz önce derinnnn bir hava çektim içime. Sonra Aksaray'a kadar yürüdüm. Öyle aradan dereden değil hem de, uzatabildiğimce uzatarak yürüdüm. Fındıkzade'nin geniş kaldırımlarında sakin sakin avare avare yürüdüm. Sonra bindim bi arabaya düştüm trafiğin göbeğine. Dedim ya hiç şikayetçi değilim. Çünkü nasılsa yetişeceğim bir yer yok. Seyre durayım bu güzel şehrin keşmekeşini biraz. Böylece hastanenin genzimde bıraktığı kokuyla, yüreğimde tırtıkladığı eski yara izimin sızısı da biraz azalır...


NOT: Bu yazı 30 Haziran Perşembe günü yazılış olup tembellikten bugün eklenmiştir.. :))

8 Temmuz 2011 Cuma

An'lar...

Sil baştan yaşama şansım olsaydı eğer, oturup saymazdım eski yanlışlarımı. Kusursuz olmaya çalışmaz, rahat bırakırdım yüreğimi. Ve elbette, çok daha coşku dolu olurdu sevdalarım, içine az buçuk da ciddiyet katılmış.

Bu denli titiz olmazdım hiç, öyle bir şansım olsaydı eğer. Korkmazdım daha çok riske girmekten. Daha çok yolculuğa çıkar, gün doğumlarını kaçırmazdım asla; hele dağlara tırmanmanın keyfini...

Hiç bilmediğim yerlere giderdim gidebildiğimce. Doyasıya dondurma yer boşverirdim kuru fasulyenin nimetlerine. Öyle bir şansım olsaydı eğer, dertlerim de yaşamın gerçeğini taşırdı, yalnızca düşlerin değil.

İşte hani onlardan, her dakikasını verimli geçirenlerden biriydim. Aynı an'lara geri dönebilseydim eğer, yalnıca iyi ve güzel olanları tatmak isterdim yeniden.

Öğrenemediyseniz hâlâ, öğrenin artık; Yaşam an'lardan oluşur. Sadece an'lardan... Şimdiyi yakalayın.

Yanında termometresi, bir şişe suyu, şemsiyesi ve paraşütü olmadan yerinden kıpırdamayanlardan biriydim. Ama yeni baştan yaşayabilseydim eğer, iyice hafiflemiş olarak çıkardım yolculuklara. İlkbahara yalınayak girer, sonbahara dek unuturdum pabuçlarla yürümeyi. Hiç bilinmeyen yollara dalardım, tadını çıkarırdım gün ışığının, çocuklarla daha çok oynardım, sil baştan edebilseydi eğer...

Ama heyhat, seksenbeşimdeyim artık


Ve biliyorum ki,..


Ölmekteyim...

Jorge Luis BORGES
1899-1986 Arjantin

28 Haziran 2011 Salı

Canım İstanbul

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.


İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul,
İstanbul...
Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih`ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...
Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?..
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...


O manayı bul da bul!
İlle İstanbul`da bul!
İstanbul,
İstanbul...


Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca`da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.
Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Katibim"i...


Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul,
İstanbul...


Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.
Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı sarayından.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar...


Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul,
İstanbul…




Necip Fazıl KISAKÜREK

16 Haziran 2011 Perşembe

RÜCÛ

Sen benim gözümde bir rivayettin
İlk değil alçağı yüksek görüşüm
Sanma ki sen bana ihanet ettin
O senin aslına rücu edişin

Gün olur kediye düldül derim ben
Gün olur baykuşa bülbül derim ben
Tedirgin etse de gerçek ötüşün
O senin aslına rücu edişin

Caymadım cüceyi yüce görmekten
Caymadım cahile cüret vermekten
Gözümden düşse de hal ve gidişin
O senin aslına rücu edişin

İlk defa vurmadım başımı taşa
Yanıla yakıla geldim bu yaşa
Sanma ki sen beni aldattın hâşâ
Çoktandır başladı bende bitişin
O senin aslına rücu edişin

Kahrını çektiysem vardır bir neden
Sensin bu duyguyu bende üreten
Gübredir toprağı verimli eden
Kim kimi kullanmış şöyle bir düşün
O senin aslına rücu edişin

Oyun bitti bu son perde son gala
Güçlü olsan başarırdın pekâlâ
Aslan rolü yakışmıyor çakala
Bırak da kendine gelsin gidişin
O senin aslına rücu edişin...

Cemal SAFİ

12 Haziran 2011 Pazar

Bugün benim doğum günüm :))

Bugün benim doğum günüm sevgili seyir defteri. Seni açalı 2 yıl oldu yani..

Anneme gittim bugün. Ben konuştum o dinledi. Dinlemek iyi de keşke bir de cevap verseydi.

Anlattım her şeyi, hayatımdaki değişenleri, değişmeyenleri, değişsin ya da değişmesin diye dua ettiklerimi, yorgunluklarımı, umutlarımı, yıpranmışlıklarımı, yıprattıklarımı, aklıma ne geldiyse, dilimden ne döküldüyse,

Anlattım...
Anlattım...
Anlattım...

Mutlaka bana verecek cevapları, kızgınlıkları, kahkahaları, öğütleri vardı. Belki söyledi ama benim kulağıma ulaşmadı. Ancak şu bir gerçek ki yüreğime ısındı. Burnuma tanıdık bir koku geldi... Yüzüme kocaman bir tebessüm, gözümün ucuna da bir damla yaş...

İyi geldi konuşmak.

Sonra İstanbul'uma döndüm. Dedim ya bugün benim doğum günüm, İstanbul'umla baş başa kutladık. Bana huzur, umut, güç hediye etti. İçine biraz sabır biraz da anlayış katmış. Bendekilerin azaldığını düşünmüş olmalı. bir de dondurmalı kazandibi verdi. Eyüp'ün huzurlu kalabalığında, insanı yormayan gürültüsünde keyifle yedim tatlımı. Mum yoktu üstünde ama ilk lokmayı yemeden önce tuttum bütün dileklerimi. Bakalım gerçekleşecek mi zaman gösterecek.

İstanbul'umla baş başa dedim ama yalnız bırakmadı dostlarım. Mesajlar, telefonlar bir kutlamalar bir kutlamalar...

Güzel oluyor doğum günleri. İnsan aslında ne kadar çok olduğunu anlıyor. Ne kadar çok yüreğe dokunduğunu, ne kadar çok hayata dahil olduğunu... Kimine şöyle bir uğramış, kimine kan gibi bağlanmış olduğun çeşit çeşit yaşam gelip buluyor seni doğum gününde. Mesele hatırlanıp hatırlanmamak değil aslında, mesele dokunduğun hayatlara ne bıraktığın. Bugün gördüm ki güzel şeyler bırakmışım ben.

Bugün benim doğum günüm, kendimi şımartmam için en uygun gün. Eyüp'ün huzurunda, dinginliğinde tavşan kanı bir çay içmenin tam vakti olsa gerek. Öyleyse şu garsonu bir çağırmak gerek :)

NOT : Bu arada kendime doğum günü hediyesi yüzük aldım, sempatime sempati kattım deftercim :)